Türk denizcilerinin uydurmuş olduğu ve tahminim 80’li yıllarda revize edilerek son şeklini almış bir deyiş vardır:
“İnsanın aptalı denizci olur, denizcinin aptalı tankerci olur, en aptalı da kimyasal tankerci olur.”
Bu deyişin gerçek olabileceğini yüreğim kabul etmese de, bugüne kadar denizde geçirdiğim yılların 3-5 ayını saymazsak, deyişe göre, denizcilerin en aptalları arasında yer aldığım belgelenmiş bir gerçektir. Sanırım bu deyişi uyduran denizci, muhtemelen kuru yük gemilerinde mutlu mesut çalışırken, günün birinde kazaen yolu tankerlere düşmüş ve buradaki şartları gördükten sonra da bu veciz deyişi Türk denizciliğine armağan etmiştir. Ya da tam tersi, uzun seneler tankerlerde çalıştıktan sonra, kazaen bir kuru yük gemisine düşüp, tankerlerde tükettiği yıllarına hayıflanan bir denizcinin uydurması da olabilir.
Evet, tankerlerde çalışma koşulları nispeten daha yorucu olup, daha dikkatli, titiz ve bilgili olmanızı gerektirir. Aptallığımı tescil ettirmek istemem ama her nedense, kimyasal tankerlerde çalışmak, her zaman bana daha huzur verici gelmiştir. Belki kazandığım parayı daha bir hakediyor olmamı düşünmemin huzuru, belki de artık aşinası olduğum bir ortamda kendimi daha yetkin ve güvenli hissetmemin verdiği rahatlık. Ancak, yine de tankerlerin asla telafi edilemeyecek büyük bir dezavantajı olduğu doğrudur. Çok istisnai durumlar dışında, limanlarda 24 saatten fazla kalamazsınız. Bu nedenle, dünyanın limanı olan hemen her ülkesine gitmiş olmama rağmen, gittiğim o yerler hakkında, kitaplardan değil de, gözlerimle görerek edindiğim bilgiler, aynı şehirde turist olarak 1 gün geçirmiş bir insanın izlenimlerinden çok daha cılızdır. Fakat beri yandan, çok farklı noktalarda daha derinlere inen izlenimleri edinme şansı yine biz denizcilere aittir sanırım.
–
Yüksek Denizcilik Okulu’ndan taze mezun olmuş genç bir 3.Kaptan olarak, ilk gemimdeydim. Stajlarım dışında, ekmeğimi kazandığım ilk gemim, ilk tankerimdi… Benim yaşlarda bir 4. Kaptan’ımız vardı ve limanlara yanaştığımızda borda iskelesini verir vermez, süslenip, püslenip basamaklardan inmeye başlayan ilk grubun arasında yer alıyorduk çoğunlukla. Delidolu günlerimizdeydik. Başımızda hala kavak yellerinin estiği yaşlarımızı sürüyorduk ve dolayısıyla liman denince de aklımıza bildik serserilikler geliyordu; barlar, eğlence, şamata…
–
Gemideki yaşını başını almış diğer zabitan veya mürettebat üyelerinin, limanlarda dışarı çıkmaya pek rağbet etmeyip, arada bir çıktıklarında da, sadece alış verişle yetinip, tekrar gemiye dönmelerini yadırgar ama içten içe de sevinirdik. Çünki, birileri gemide kalmalıydı ki bizim ortadan yokoluşumuz göze batmasın. İlerleyen yaşlarımızda, hele hele çoluk çocuğa karışınca, yadırgadığımız insanları anlar olduk ve bize acıyan gözlerle bakarak, saç baş taralı dışarı çıkmak için can atan genç denizcilere hoşgörülü tebessümlerle bakan bu defa bizler olduk.
–
Lakin henüz bu yaşlara gelmediğimiz günlerden bir gün, yolumuz Rostock’a düşmüştü. Rostock, o zamanlar adı Doğu Almanya olan ülkenin az sayıdaki birkaç limanından biriydi. Sosyalist rejim altındaki tüm ülkelerin insanlarında gördüğüm fakirlik, çaresizlik ve güvensizlik burada da buram buram kendini hissettiriyordu. Öyle ki, Batı Almanya’da gördüğünüz kendine güvenen ve hatta fazlaca güvenip, size yukardan bakan bir mağruriyetle hareket eden Almanla kıyasladığınız da, Doğu Almanya’daki Alman’ı, rahatlıkla, yoksul bir Afrika ülkesinin vatandaşı sanabilirdiniz.
–
O yüzdendir ki, Sosyalist ideolojiye yatkın bir sosyal düzeni arzular olmama rağmen, cesur ve haysiyetli bir kararla, çocuklarına, kardeşlerine, akrabalarına kucak açarak, Doğu Almanya’yı bağrına basan Batı Almanya’yı gözlerim yaşararak alkışlamışımdır.
–
“Rostock” Maceramız Başlıyor…
Limana yanaştığımız gün, 4.Kaptan’la birlikte yine iki dirhem bir çekirdek hazırlanmış, akşam yemeğini yemeden kendimizi dar atmıştık dışarıya. Daha önce bu limana gelmiş olanlardan edindiğimiz bilgilere göre, resmi olarak 1’e 2 nispetindeyken, karaborsada 1 dolara 30 alman markı alabilecek ve ulaşım olarak da, “Schwarz Taxi” denilen, illegal çalışan fakat denizcilerin ne istediğini bilen taksileri kullanacaktık.
–
Liman kontrol kapısından çıkar çıkmaz, ilerde bekleyen bir schwarz taxi’ye atıverdik kendimizi. Yaklaşık otuz kilometre mesafede olan şehir merkezine gitmemiz için 30 mark, yani 1 dolar vermemiz yeterliydi. Sevmiştik bu schwarz taxi işini. Taksi şoförü, Batı Almanya’daki taksi şoförlerinde asla göremeyeceğiniz bir alçak gönüllülükle, Almanca yerine çat pat da olsa, İngilizce konuşuyor, hatta Türk olduğumuzu öğrendiğinde, “arkadaş, merhaba” gibisinden bildiği birkaç Türkçe sözcükle yakınlık kurmaya dahi girişebiliyordu.
–
Otuz kilometreyi, şoförün anlattığı havadan sudan şeyler ve külüstür bir arabanın motor homurtuları arasında, zaman zaman mırıldandığı şarkılar eşliğinde bitirdiğimizde dört veya beş yıldızlı bir otelin önündeydik. Yolda gelirken, bu otelde yiyip içebileceğimizi ve daha sonra zemin katın altındaki diskoda istediğimiz diğer şeyleri bulabileceğimizi taksi şoförü bir bir anlatmıştı. Dolarları marka çevirme işini de üstlenmiş ve akşam veya ertesi sabah gemiye dönmek istediğimizde kendisini yine bu otelin civarında bulabileceğimizi de tembih edip, üstüne üstlük bir de teşekkür etmişti, bizim ona teşekkür etmemiz gerekirken.
–
Otel bayağı heybetli bir şeydi, emsali diğer otelleri anımsayarak, cebimizdeki 20 dolar karşılığı Alman markıyla yanlış bir yerde olduğumuzun endişesiyle çaresiz içeri girdik. Resepsiyonistin yönlendirmesiyle çıktığımız restoran katı daha da cesaret kırıcıydı. Masalar, filmlerdeki balo salonlarını anımsatan, gayet şık kadın ve erkeklerle doluydu. Üzerimdeki blucin, kazak,kaban kombinezonuyla, zaman tünelinden geçip ortaçağ saraylarından birinin içine düşmüş komedi filmi aktörü gibi hissediyordum kendimi. Neyse, garsonun gösterdiği bir masaya oturduk. İşin tuhaf tarafı hiç kimse bizi yadırgamamış, aksine, garsonlar olağanüstü sempatik ve saygılı bir şekilde bizi buyur etmişlerdi. Kesin bir tuhaflık vardı, ama neydi? Menü önümüze getirildiğinde, gerginliğim yerini şımarık bir rahatlığa bıraktı. İnanılmaz lezzetli şeyler yiyip, içtikten sonra gelen hesap 40 küsür marktı ve biz katışıksız bir sonradan görme gibi, hesap pusulasının üstüne 100 mark bırakıp, koltuklarımıza da rahatça gömülüp, keyifle içkilerimizi yudumlarken, mağrur bakışlarla da etrafı süzmeye koyulduk. İki ürkek genç denizci gitmiş, yerlerine, Amerikan filmlerinde sıklıkla görüldüğü gibi, yabancı ülkelerde, özellikle de çekik gözlü insanların olduğu ülkelerde Tanrı gibi dolaşan iki şımarık Amerikalı deniz piyade gelmişti. Alem buysa, Kral bizdik.
–
Yemek faslı da böylece bitmiş ve gece ilerlemişti. Artık, mahzene inebilirdik. Disko denilen yer de oldukça büyük, fakat son derece karanlık ve biraz da duman altıydı. Işığın en bol olduğu bara doğru yöneldik doğal olarak. İçkilerimizi henüz elimize almıştık ki, beş veya altı güzel sarışın, sanki kırk yıldır tanışıyormuşuz gibi güleç bir rahatlıkla yanımıza gelip, kırık dökük İngilizce’leriyle, bize katılmak istediklerini söylediler ve de bizim bir şey söylememize fırsat bırakmadan da katıldılar nitekim. İçlerinden biri, bana daha yakın davranıyordu. Adı Kathia’ydı. Tabii bu tip isimlerin, sonradan edinilmiş malum isimler olduğunu da gezdiğim liman sayısı arttıkça öğrenecektim. Çok hoş ve şirin bir kızdı, 18 yaşında olduğunu söylüyordu fakat kesin 25 yaşlarında vardı. 25 yaş da çok genç bir yaş olmasına rağmen, neden bir kadının 18 yaşında görünmek istemiş olabileceğini, emin olun, onca tecrübeme rağmen, bugün dahi çözebilmiş değilim. Yalnız, ikide bir bana “Prince Charles” demesi sinirimi bozuyordu. O bunu kesinlikle iltifat olsun diye söylüyordu, tamam da, fiziğini pek çekici bulmadığım sevgili Galler Prensine benzetilmek, alkolün vermiş olduğu hoyrat ruh haliyle de olsa gerek, beni hırçınlaştırmaya başlamıştı.
–
Halbuki sonradan düşündüğümde ne gülmüştüm kendime, varsın desindi yavrucak. Ne vardı ki bunda? Ama yok, suratım düşmüştü, sivri köşelerim henüz yontulmamıştı anlayacağınız. Velhasıl, bu işe bozularak, tam karşımda oturan ve adının Maria olduğunu söyleyen kızı dansa kaldırdım. Dans ederken de, geceyi onunla geçirmek istediğimi kulağına söyleyiverdim. Onun cevabı evetti tabii ki, ama benim bir şartım vardı; Hanedan isimleriyle birlikte anılmaktan hazetmiyordum, tamam mı? Tamamdı. Anlaşmıştık.
–
Diskodan çıkarken saat 2’yi gösteriyordu. Gemimizin yükünü sabah 10-11 gibi bitireceğini ve engeç 13-14 gibi de limandan kalkacağımızı biliyorduk. Dolayısıyla sabah 7’de yine otelin önünde buluşmaya karar verip, Maria’nın evinin yolunu tuttuk. Ev güzeldi; küçük fakat sevimliydi
–
İçeri girdik, ben sağa sola bakınıyordum. Fakat, o da ne? Salona açılan kapılardan birinde 3-4 yaşında bir erkek çocuğu belirivermişti. Maria, alçak sesle bir şeyler söyleyerek , gözlerini ovuşturup, bir şeyler mırıldanan çocuğu kucağına bastırırken, bir yandan da bana, sessiz olmam için sus işareti yaparak, çocuğun geldiği kapıdan kayboluverdi.
–
Tekrar salona geldiğinde, bir şeyler arıyormuş gibi bir halde başını kaşıyordu. Evde süt olmadığını ve süt almaya gitmesi gerektiğini yarım yamalak da olsa anlatmayı başardı. Nerede bulabileceğimi söylerse, sütü benim alabileceğimi anlattım. O saatte, ancak, yine otele giderek, oradan alabileceğimi söyledi. Kapıdan çıkarken de, teşekkür ederek, acele etmemi, havanın çok soğuk olduğunu belirtmeyi de ihmal etmedi.
–
Dışarı çıktığımda kendisine hak vermemem mümkün değildi. Kar serpiştiriyordu ve inanılmaz soğuktu ama serde yiğitlik de vardı. Maria’ya “Ben gider alırım” demiştim ve sonuçta ufacık bir çocuğu sütsüz bırakamazdım. Titreye titreye otele vardığımda, sanki bir kaç haftadır yollardaymışım gibi hissediyordum ama biraz ileride bekleyen 3 schwarz taxi’yi gördüğümde yorgunluğum, yerini tarifsiz bir sevince bıraktı. Dönüşüm zor olmayacaktı. Hemen onlara doğru koşup, bizim adam orada mı diye baktım. Hoş, olmasa da olurdu. Niyetim, ben otelde alış veriş yaparken, taksilerin müşteri alıp, ortadan kaybolmalarını engellemekti. Bizim şoför oradaydı. Beni görünce, “Hayırdır, erkencisin” der gibisinden yüzüme baktı. Bir şeyler alıp geleceğimi, bir yere ayrılmamasını söyleyip, otelin kapısından içeri daldım. Ohhh, sıcacıktı.
–
Resepsiyoniste bahşişin kokusunu hissettirip, mutfaklarından alış veriş yapmak istediğimi söylediğimde, onların bu tip durumlara hanidir hazırlıklı olduğunu görüp, şaşırdım. Beni gizlice soktukları bir odada, içki, sigara, çukulata, kahve, kesme şeker, sakız türünden bir sürü şey yer alıyordu. Ama gözlerim sütü görememişti. “Süt istiyorum” dedim bütün sevimliliğimle. Yüzlerindeki hayal kırıklığını görür görmez de ekledim, “Bunlardan da alacağım, fakat mutlaka süt de almam gerekiyor.” İçlerinden biri, hemen bir Coffemate benzeri süt tozu uzatıverdi. “Hayır” dedim, “Bildiğimiz süt, çocuk için.” Çocuk mu, iyice kafaları karışmıştı, ama diğer alacaklarımın hatırına bir koşu bir yerlerden 5 tane litrelik süt getirdiler. Sütlerin yanısıra aldığım çukulata, sakız, kahve ve kesme şekerlerle birlikte otelden çıkıp, taksiye yerleştiğimde saat 5’i biraz geçiyordu.
–
Kapıya geldiğimde usulca vurdum ufaklığın uyumuş olabileceğini düşünerek. Ses çıkmadı. Biraz daha vurdum, ama yine ses gelmedi. Uyuyan sadece çocuk değildi anlaşılan. Daha hızlı vurup, illa ki Maria’yı uyandırabilirdim sonuçta ama içimde bir şey buna engel oldu.
–
İçeride bir anneyle çocuğu uyuyordu ve benim o resmin içinde en ufak bir yerim yoktu. Derin bir yalnızlık hissettim. Bu duygu, emin olun dışarıdaki soğuktan daha yakıcıydı. İlk kez, evlenmek isteği duydum.
–
O güne kadar, el ele tutuşup, yürüdüğüm bir kız arkadaşım dahi olmamıştı. Utangaç ve kibirli gençlik yıllarım buna izin vermemişti sanırım. Bir müddet kapıda öylece dikili kaldım. Sanki gerçek hayatlar, mutlu veya mutsuz fakat sahici olan hayatlar o kapının ardında; eğreti, hatta varolmayan hayatlar da kapının benim olduğum tarafındaymış gibi hissediyordum. Değersiz bir hiçlik duygusu sarmıştı her yerimi. O anda, Maria’nın kocası olup, “Açsana şu kapıyı be kadın” diye haykırabilen bir adam olmayı o kadar istedim ki, ama değildim…
–
Elimdeki poşetleri usulca kapının önüne bırakıp, sokak kapısına doğru seyirttim. Birden bire bastıran duygusallığımdan mı, yoksa kasıp kavuran ayazdan mı sebep bilemediğim gözyaşlarım yanaklarımdan akarak, otele doğru yürümeye koyuldum. Şoför tekrar beni karşısında gördüğünde bu sefer bir şeyler söylemek istedi, ama “Uzun hikâye…” diyerek susturdum ve geminin yolunu tuttuk.
–
Evet, kıssadan hisse; Denizcilerin, her limanda bir sevgilisi olduğunu veya bunun peşinde olduklarını sanırsınız, değil mi? Ne kadar yanlış!!! Denizcilerin hiç sevgilisi yoktur, olmamıştır da, bana inanın. Tanıdığım her denizcinin kafasında, evliyse çoluk çocuğunun refahı ve istikbalini temin etmek, bekarsa da tez elden hayırlısıyla kendisini bekleyebilecek bir kadınla mutlu bir yuva kurma ideali vardır. Gerisi de laf ü güzaftır…